AKP'nin Demokrat Parti 'Fantezisi'
LİSTE USULÜ ÇOĞUNLUK SİSTEMİNİN SİHRİ
CHP her ne kadar 1945’deki Çiftçiyi Topraklandırma kanunu ile hem rakibi büyük toprak sahipleri olan DP’lilere gözdağı vermeye çalışmış hem de küçük toprak sahiplerinin çoğunlukta olduğu, ekonomik ve sosyal bütünleşmesi tamamlamayan Türkiye’nin popülist zaaflarından yararlanmak istemişse de, 1930’lar ve 1940’larda kendi iktidarını değişmez kılmak için oluşturulmuş iki aşamalı -1946’de tek aşamaya indirgenmiş- çoğunluk seçim sistemi 1950 seçimlerinde kendi aleyhine işlemiş ve CHP’nin yüzde 34,8’lik oy yüzdesine karşılık DP’nin 56,6’lık oyu, CHP’nin içinden doğan Demokrat Parti kadrolarını iktidara taşımıştır. CHP’nin İslam’ın Türklük ikameli formül ile kültürel ve günlük hayata dair reformlarının toplum üzerinde yarattığı çatlaklardan sızan DP ve kadrolarının başarısı, 1954 ve 1957 seçimleri ve ara zamanlardaki mahalli seçimleri süresince yüzde bazında erimeye başlasa da, CHP’nin otoriter seçim sistemi sayesinde DP üç seçim dönemi boyunca iktidarın mutlak hâkimi olmuştu. Hatta sayısal göstergeler ile azalan siyasal hâkimiyetini, 1957 seçimlerinde kurnaz siyaset hamleleri ile sürdürmeye çalışmıştı. DP, iktidarına karşı seçim ittifakı müzakerelerine girişen CMP, HP ve CHP’nin koalisyonu bir gecede değiştirilen seçim sistemi-parlamenter adaya oy verme yerine parti listesi zorunluluğu getirilmişti- ve erken seçim stratejisi ile darbeye uğratmış ve aldığı yüzde 47,3 oya rağmen meclisteki yüzde 70’lik temsili ile iktidarını devam ettirmişti. Otoriter Kemalist seçim sisteminin mağduru olan CHP ve diğer minör partiler oyların yüzde 51,4’ünü almasına rağmen, meclisteki temsili yüzde 30’u geçmemişti.
Ez cümle, ‘halkın sesi’ olan DP aslında Kemalist seçim sisteminin bir ürünü olarak 1950’li yıllar boyunca çoğunluk seçim sisteminin sihri ile iktidarda kalmıştı. Ayrıca, sürekli azalan oy yüzdelerine rağmen DP daha önceden kurulu olan Kemalist ideoloji ve kurumları sayesinde iktidarını üç dönem boyunca sürdürmeye başarmıştı. 1930’ların parti-devlet bütünleşme süreci içinde toplumun siyasal alana olan refleksinin minimize edildiği ve sosyo-ekonomik bütünleşmenin sağlanamayıp popülist-ajite politikalara açık olan bir altyapı sayesinde DP, 1953 ekonomik buhranına rağmen iktidarın hâkimi olmayı başarmış ve partinin erime süreci çok yavaş olmuştur. Bu yüzden, seçim sistemi ve sayısal değerler göz önüne alındığında Demokrat Parti dönemine ‘halkın sesi’ etiketlemesi hayli tartışmaya açıktır ve Parti’nin iktidarının meşrutiyeti sorguya açıktır.
1950 SONRASI DÜNYA İKTİSADİ RÜZGÂRLARI
Demokrat Parti hakkında bir diğer öne çıkartılan etiketleme ise ekonomik ‘bolluk’ ve serbest piyasa ekonomisi fetişidir. Seçim meydanlarında merkez sağ partiler tarafından, özellikle AKP propagandalarında CHP ve onun devletçi iktisadi ‘zihniyeti’ lanetlenir, halkın çektiği ‘kıtlık’ zamanları vurgulularınken DP döneminin ‘bolluk’ yılları yâd edilir. Ancak hem iktisadi hem siyasal gerçekler bu iddianın da, ‘halkın sesi’ savı gibi bir fanteziden öteye gidemediğini gösteriyor.
Öncellikle 1930’lu yıllar dünya ekonomik buhranı ve savaş yılları boyunca kapalı ve devletçi politikalar uygulamak tüm gelişmemiş ve gelişmekte olan ve özellikle faşist güney Avrupa’nın metropolitan Avrupa kapitalizmine karşı uyguladığı bir politika idi. Zaten merkez, batı Avrupa ve Birleşik Devlet’lerde bozulan iktisadi parametreler çerçevesinde Keynesçi, karma ekonomik modeller benimsemişti. Kısaca, CHP’nin böyle bir ortamda serbest piyasa ekonomi uygulaması gerektiği tahayyüllü popülist ajiteden başka bir şey değildir. Nitekim ki, İkinci Dünya Savaşı’nın ‘kıtlık’ yılları bitip, Birleşik Devletler yeni, serbest ekonomik düzenin tohumlarını Marshall yardımlarıyla saçtığı sırada, devletçi-karma ekonomiden ithal ikamesine geçiş sürecini 1947’de imzaladığı anlaşma ile başlatan, AKP tarafından lanetlenen İnönü’den başkası değildir. Bir başka değişle ithal ikamesine dayanan görece serbest piyasa ekonomi sürecini başlatan DP değil, İnönü ve bu süreci hızlandıran DP çizgisine yakın düşen Şemsettin Günaltay hükümetidir.(Zürcher, 1993).
İşin ‘bolluk’ kısmına gelince. İthal İkameci ekonomik büyüme stratejisi, dönemin gelişmemiş ve özellikte gelişmekte olan tüm güney Avrupa ve güney Amerika ekonomilerinin benimsediği -ya da Marshall yardımların empoze ettiği- bir kalkınma stratejisi idi. Bu ekonomik planın amacı, kısa zamanda elde edilen tarım fazlasının ihraç kârı ile bağımlı olunan mamul sanayi üretimlerini yavaş yavaş azaltarak ağır sanayiye geçiş olarak tanımlanabilir. Gelen traktörler, artan teknolojik yardımlar, iyi giden havalar ve Kore Savaşı’nın ithal ikamesine sağladığı elverişli koşullar ile DP, 1953’ün ortalarına kadar tarım alanında büyük bir üretim fazlası ve ekonomik büyüme dalgası yakalamıştı. 1930’lar ekonomik bunalımı ve savaş yılları ardından yıpranan halk, görece dış dinamiklerin etkisiyle yine görece bir düzlüğe çıktı. Ancak 1953’den sonra değişen koşullar ve ithal ikame stratejisinin doğal limitleri nedeniyle rüzgâr tersine esmeye başladı. Tarım ihracatından gelen döviz gelirlerin azalmasını takiben DP’nin popülist politikalar uğruna Toprak Mahsulleri Ofisi kanalı ile oylarına muhtaç olduğu küçük çiftçiye kredileri, oy uğruna alt yapı çalışmaları için yapılan aşırı harcamalar ve DP kadrolarındaki orta ve uzun vadeli ekonomik plan kavramlarına olan ‘alerji’ nedenleri ile iç piyasaya üretim yapan cılız, dövize, teknolojiye ve devlet yardımlarına bağlı bir sanayi ve iktisadi yapı ortaya çıktı. Popülist ekonomik yatırımlar ve harcamalar o kadar fazlaydı ki, 1960 darbesini takiben ipleri eline alan MBK üyeleri adeta ‘tam takır’ bir hazine ile karşılaşmıştı. Bir başka değişle, savaş dönemi ‘ihtiyatlı’ İnönü politikalarıyla zenginleşen hazinenin, üç iktidar döneminde yanlış ve popülist iktisadi politikalar ile içi boşaltılmıştı. Diğer Güney Avrupa ülkeleri, özellikle İtalya örneğinde olduğu gibi 1954 sonrası arkasına alınan rüzgâr ile ekonomik ‘mucizeler’ yaratırken, Türkiye 1980’lere kadar kronik ithalat-ihracat açıkları ve döviz darboğazları ile mücadele etmek zorunda kalmış ve 1950’lilerin elverişli ekonomik rüzgârlarını hiçbir zaman yakalayamamıştı (Pamuk, 2003). Kısaca söylemek gerekirse, toplumsal hafızaya iktisadi ‘bolluk’ diye kazınan DP döneminin diyetini Türkiye 1980’lere kadar ödemek zorunda kalmıştı.
PARTİZANLAŞAN MERKEZ BÜROKRASİ VE KENT KÖYLÜ TÜRKİYE
Peki, Demokrat Parti’yi toplumun olumlayıcı sosyal hafızasına kazıyan ve merkez sağın Türkiye tarihinde ezici bir üstünlükle yer almasının tabanını oluşturan durumun özü neydi? Bunda Kemalist ideolojinin 1930’lar ve 1940’lardaki baskıcı rejiminin toplum üstündeki gölgeleri kadar DP’nin Türkiye siyasi hayatındaki kriz yönetimindeki başarısızlığı ve sosyal dokunun ekonomik parametrelerinin de etkisi var. 1980’lere kadar çalışan nüfusunun yüzde sekseni tarım sektöründe kalmış bir sosyal doku-1980’lerde Türkiye diğer Avrupa ülkelerine göre bu parametrede son sırada idi-, DP’nin 1958-1959 yıllarındaki Kemalist otoriter yöntemleri kullanarak krizi yönetmek yerine bastırmaya çalışmasını takiben partizanlaşan merkezi ve asker bürokrasisi ve tabii ki 1930’lardaki modernleşme projesinin din-modern milliyetçilik ikamesi ile yaratığı çatlaklar, DP döneminde vücut bulan köylü-küçük burjuva ittifakının 1980’lere ve sonrasında neo-liberal değişimler ile 2010’lara kadar uzanmasını sağladı. Bu çerçeve içinde, toplum merkez sağın popülist ajitasyonlarına açık halde devinimleşti ve hareketin çıkış noktası Demokrat Parti dönemi adeta yeniden üretilerek gerçeklikten çok bir fantezi, özellikle Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından, olarak halka sunuldu. Dönemin dinamikleri ve ayrıntıları daha dikkatli incelendiğinde ortada ne ‘halkın sesi’ denilebilecek net bir siyasal üstünlük ne de ekonomik ‘başarı’, ‘bolluk’ diye pazarlanacak bir süreç vardı. DP’nin Türkiye siyasal hayatındaki yerini belirlerken, partizanlaşan bir merkez-asker bürokrasisini, sanayileşme fırsatı kaçırılmış, ertelenmiş bir ekonomik süreç ve Kemalist dönemin otoriter dinamiklerinin elverişli koşullarını hesaba katmamak bir siyaset ve bilim sapmasının yanı sıra demagojiden, ajitasyondan başka bir şey değildir.
Türkiye’de popülist söylemler karşılıklı iki ayna arası -geçmiş ve şimdiki zaman aynaları- yansıyan sonsuz fantezilerle yeniden inşa edilerek halka sunuluyor. Sosyal hafızayı olgunlaştırmak isteyen her kesimden gazeteci, akademisyen, siyasi ve entelektüellerin fanatik duruş ve ajite söylemler ile belirli noktaları savunmakla harcadıkları enerjiyi, gerçekleri halkın diline indirmeye aktarmalarını geçmişin, tarihin normalleştirilmesi açısından çok önemli olduğu kanısındayım. Normalleştirilmeyen, fantezi bir tarih yanlışlarla dolu söylemler ve çatışma üretmekle sınırlıdır.
Birgün Gazetesi
POYRAZ KOLLUOĞLU
BOĞAZİÇİ, ATATÜRK ENSTİTÜSÜ, DOKTORA