60’lı yılların ikinci yarısından itibaren yükselmeye başlayan toplumsal muhalefet,’71 muhtırası ile ağır bir darbe aldı. Bunun devamında sağ-sol çatışmaları körüklenerek,12 Eylül darbesinin koşulları hazırlandı.
Üniversitelerin terör yuvaları olduğu algısı güçlendirilirken, Adalet Partisi ve CHP’nin uzlaşmaz tavırları, darbenin meşruiyet kazanmasına mazeret oluşturdu.
Yıllarca süren iç kavgalar, binlerce gencin ölümüne sebep olurken, toplumsal muhalefetin bastırılması ve ezilecek olması, darbecilerin iştahını nasıl kabarttığını sonraki yıllarda daha iyi gördük.
Bir Eylül sabahı ,Radyo’da çalan marşlar, kıyametin habercisi oldu.! Türkiye cumhuriyetinin bekası için, ordunun yönetime el koyduğu haberleri, yurdumuz üzerine karabasan gibi çöktü.
Artık, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir dönemin başlangıcıydı. Toplumsal muhalefetin, sendikal örgütlenmelerin ve öğrenci hareketlerinin, kanlı bir şekilde bastırılmasına çaresizlik içinde tanıklık ediyorduk.
Henüz demokrasiye geçilmemişti.12 Eylül’ün karanlık günleri yeni yeni aydınlanıyordu. Darbeci, beşli çetenin lideri Kenan Evren, devlet televizyonlarında, üzerine vazife olmayan konularda da ahkam kesmekten geri durmuyordu.
İhtilal öncesi yaşatılan terörün sebebi olarak, gençlerin milli ve manevi değerlerden yoksun olmalarını ve çözümün de, milliyetçi ve mukaddesatçı bir gençliğin yetiştirilmesinde görüyordu.
Hedef doğrultusunda Türk-İslam sentezi teorisi, hayatın her alanında etkin kılındı. Üniversiteler bilim yuvaları olmaktan çıkartılırken, çağdaş eğitimden uzak, Atatürk Türkiye’sine yakışmayan bir eğitim sistemine geçiş yaptık..!
Üniversitelerin özerkliğinin yok edilmesi, YÖK’e bağlanması ve 1402’likler olarak anılan yurtsever devrimci öğretim üyelerinin görevlerine son verilmesini elzem gören sapkın zihniyetin temelleri o günlerde atıldı.
Muhafazakar, milliyetçi ve mukaddesatçı olarak kendini tanımlayan MHP’nin, böylesine uygun bir iklimde devlet yönetiminde etkin rol alamayışının sebebi, kendi felsefesine uygun olmayan inkar politikalarına teslim olmasıdır.
1980 sonrasını baz alırsak, son 35 yıldır, Türk milliyetçiliğinin kriz içinde olduğunu görüyoruz. Kendilerine altın tepside sunulan imkanların heba edilmesi ülke ve milliyetçileri adına dramatik bir durum.
1960 ve 70’li yıllarda esen sol rüzgarlar, dünyayı kasıp kavururken,’80 sonrası, Çağdaş Batı Avrupa ülkelerinde muhafazakar ve milliyetçi akımların ve partilerin devlet yönetimlerinde etkin rol oynadıklarını gördük.
Demokrasi ve insan haklarının rafa kalktığı, emekçi haklarının gasp edilerek “dikensiz gül bahçesi” ne dönüştürülen bir ülkede milliyetçi bir partinin devlet yönetiminde söz sahibi olamaması, MHP açısından bir trajedidir.
Her parti, sınıfsal bir temele dayanır. Ülkemiz de demokratik kurallar, hayatın her alanında yerleşik hal alamamasından olacak ki MHP, sermaye sınıfı ile aynı kulvar da savaşım vermek zorunda kalmaktadır.
Solun,sosyal demokratların, insan hakları, demokrasi ve emek mücadelesini, komünizm çığırtkanlığı olarak algılama talihsizliğine düşürülen milliyetçi tabanın buna inandırılması, ülke demokrasisi açısından büyük talihsizliktir.
1980 sonrası siyasi iktidarların, İslami referanslara sıkı sıkıya sarılmaları ve cumhuriyetimizin olmazsa olmazı olan laiklik ilkesinden uzaklaşmaları, MHP’nin de aynı etki alanına hapsolduğunu bize gösterdi.
Parti tabanının, demokratik açılımlara mesafe koyması ve İslami referansları öncelemesi, zamanla Adalet ve Kalkınma Partisi’nin önceliklerini referans almasına sebep oldu.
AKP varken, aynı referansla ve milliyetçi söylemlerle toplumda beklenen karşılılığın bulunması neredeyse imkansız. Referansı laiklik olan partiler, İslam’a karşı olan değil, tam tersine diğer azınlık haklarını ve inançlarını koruyan çağdaş partilerdir.
Sonuç olarak, Türk milliyetçiliği üzerinden siyaset yapan MHP’nin, ülke yönetiminde söz sahibi olmasının yegane yolu,sadece Türkçülük ve inanç üzerinden değil, laiklik eksenli, halklar üzerinden siyaset oluşturmasından geçer.
Hasan TEMEL